"Arkadaslar, efendiler ve ey millet, iyi biliniz ki, Türkiye Cumhuriyeti seyhler, dervisler, müritler, meczuplar memleketi olamaz. En dogru, en hakiki tarikat, medeniyet tarikatidir. "

bush ve ayakkabı

30 Eylül 2008 Salı

hitit kralı..

Melih AşıkAçık Pencere/Bayram mesajı
30 Eylül Salı 2008

Hitit Kralı bundan 4 bin yıl önce yargıçlara çağrıda bulunuyor:
“...Bey için iltimas yapmasın, erkek kardeşine, kız kardeşine, arkadaşına iltimas yapmasın. Hiç kimseden rüşvet almasın. Haklı bir davayı kaybettirmesin, haksız bir davayı da kazandırmasın. Doğru ne ise onu yapın...”

Acaba bu topraklarda adaletin güncel durumu nedir?
Türkiye Barolar Birliği’nin bayram mesajında yargı görevlilerine yaptığı çağrı adaletin düzeyi hakkında da fikir veriyor:
“Kamu adına görev yapanlar, ülkemizde son dönemlerde olduğu gibi, kamu vicdanını incitecek eylem, söylem ve davranışlar içinde olamazlar.”
Evrensel hukukta, şüpheli veya sanık olarak tutuklu bulunan kişilerin de hakları var:
“Masumiyet karinesi”, “Lekelenmeme hakkı”, “Adil yargılama hakkı”...
Ergenekon sürecinde bu ilkelere uyuluyor mu? Barolar Birliği’nin görüşü:
“Gizlilik kararı olmasına karşın ve sanık müdafileri dosya içeriğine ulaşamadıkları halde, soruşturmanın tüm ayrıntılarının yazılı ve görsel basınımızda yer alması... gözaltı ve tutuklama işlemlerindeki özensizlik... tutuklu sanıkların vücut bütünlüğünün korunamaması... sanıklar için başı ve sonu belli olmayan bir soruşturma görüntüsüyle... “Ergenekon” adı ile yapılan soruşturma ve kovuşturmalarda yukarda işaret ettiğimiz ilkeler ihlal edilmiş kamu oyu vicdanı yara almıştır.
Dileğimiz bu olumsuz görüntülerin giderilerek en kısa sürede adaletin gerçekleştirilmesidir...”
Mutlu bayramlar!

Suçlular güçlü...
CHP Grup Başkanvekili Kemal Kılıçdaroğlu’nun DMM Fırat ile giriştiği düelloda ortaya koyduğu belgeler sonucu Dengir Bey’in MENAS şirketinin yönetiminde bulunduğu 1994 yılında hayali ihracat yaptığı kesinleşti. Dengir Bey’in sözü vardı.. İstifa edecekti. Ama kendilerinden ses seda yok. Şu sırada neyle mi meşgul kendileri. Akşam’ın haberine göre.. Fırat’ın hayali ihracat suçunu belgeleyen kararları Gümrük Müsteşarlığı’ndan sızdıran memur aranıyormuş. Bunun için kamera kayıtları inceleniyormuş. Öyle bir dönem ki..
Suçlular suçsuzları avlamakla meşgul.

Hüzünlü bir test!
Bir genç kız annesinin cenazesinde olağanüstü yakışıklı bir gence rastlıyor... Tanımıyor, kim olduğunu bilmiyor. Ancak ona bir anda yıldırım aşkıyla vuruluyor. Genç kız üç gün sonra kız kardeşini öldürüyor. Acaba neden?
Önce iyice düşününüz bakalım. Düşündünüz mü?
Cevap: Genç kız bir görüşte âşık olduğu gence kızkardeşinin cenazesinde de rastlayabileceğini düşünmüş de ondan!
Eğer doğru cevabı bildi iseniz sizin bir psikopat olduğunuzu düşünüyor psikologlar... Doğru yanıtı bulamadıysanız durumu kurtardınız demektir...

Önce sağlık...
Öyle sabah uyanır uyanmaz yataktan fırlama Yarım saat erkene kurulsun saatin
Kedi gibi gerin, ohh ne güzel yine uyandım diye sevin..
Pencereni aç, yağmur da olsa, fırtına da olsa nefes al derin derin
Yüzüne su çarpma, adamakıllı yıka yüzünü
serin serin
Geceden hazır olsun, yarın ne giyeceğin
Ona harcayacağın vakitte bir dilim ekmek
kızart, kızarmış ekmek kokusunu içine çek
Bak güzelim kahvaltının keyfine..
Ayakkabıların boyalı olsun, kokun mis, sana
güzel gelsin aynadaki siluetin, evinden neşeyle,
çık, karşına ilk çıkana gülümse, aydınlık gün dile
Sonra koş git işine, dünden, önceki günden,
Hattâ daha da eskiden yarım ne kadar işin
varsa hepsini tamamla,
Ohhh şöyle bir hafifle
Bir güzel kahve ısmarla kendine, seni mutlu eden sesi duymak için alo de
Hiç işin olmasa da öğle üzeri dışarı çık
Yağmur varsa ıslan, güneş varsa ısın, hattâ üşü hava soğuksa
Yürü, yürürken sağa-sola bak, öylesine değil,
görerek bak, çiçek görürsen kokla, köpek görürsen okşa, çocuk görürsen yanağından makas al..
Sonra şöyle bir düşün, kimler sana yol açtı, sen çok darda iken kimler seni ferahlattı, hani
kapını kimsenin çalmadığı günlerde kimler
kapını tıklattı?
Ne kadar uzun zamandır aramadın onları
değil mi?
Hadi hemen uğrayabilirsen uğra, arayabilirsen ara
Hatırlarını sor, öyle lâf olsun diye değil,
kucaklar gibi sor..
Bu sadece onların değil, senin de yüreğini
ısıtacak, yüzünde güller açtıracak.
Günün güzeldi değil mi? Akşamın da güzel
olsun.. Yemeğin ne olursa olsun, masanda
illâki kumaş örtü olsun..
Saklama tabakları bardakları misafire
Sizden âlâ misafir mi var bu dünyada
Ailecek kurulun sofraya, öyle acele acele değil, vazife yapar gibi hiç değil, keyife keyif
katar gibi, lezzete lezzet katar gibi, eksik
bıraktıklarını tamamlar gibi tadına var akşamının..
Gece evinde, dostların olsun
Sohbet mezen, kahkahan içkin olsun..
Arkadaşım, hayat bu daha ne olsun?
Ama en önce ve illâ ki sağlık!
Can Yücel

-----------

Yiğit Bulut

Amerika falan hikaye Türkiye'de de büyük bir hesap çıkacak

Bayram filan dinlemem yazmaya devam ederim. İyimserler, hatta biz "Dünya değişiyor, kapitalizm çöküyor" derken bize kızanlar, kızmaya devam etsinler. Evet, Amerika'da şu kadar zarar olmuş bana hikaye! Ben Türkiye'ye bakarım. İşte hesabı, bu hesabı kim ödeyecek, daha açıkçası 2003-2007 arasında ödediğimiz ballı paranın hesabını kim verecek? Hangi ballı para mı? Hemen arz edeyim.
2001 sonrası oluşan tehdit algılamasının 2003 yılından itibaren petrol fiyatlarına yansıması ile 30 dolardan başlayan hareket, ilk etapta 70 dolara son olarak da 80 dolar üzerine çıktı. Bu süreç yaşanırken dünya sermaye piyasalarında 1'e 10'a varan hareketler oluştu. İki örnek vereyim; İstanbul Menkul Kıymetler Borsası (İMKB), 10 binden, 58 binin üstüne, Bovespa 8 binden 62 bin 500 bölgesine taşındı. Bu hareketlere Amerika'da, Rusya'da, Çin'de, Arjantin'de oluşan trendleri de rahatlıkla ekleyebilirsiniz. Peki dünya genelinde yüksek petrol fiyatından ortaya çıkan para piyasalara yağarken, Türkiye ne yaptı?
Sıcak para kazandı
Faizleri indiremeyerek, akan fazla para ile kurun aşağı basıldığı bir ortamda sıcak paraya yıllık yüzde 30 ila 40 arasında getiri sağladı. Bu para kimin cebinden çıktı? Sizin, benim, kısacası Türk halkının. Bu noktada yaşanan operasyonu veriler ile örneklemek istiyorum.
Yurtdışından yüzde 3-5 arasında dolar bazında borçlanıyorsunuz, bu parayı Türkiye'ye sokup YTL'ye çeviriyorsunuz, kuru bu giriş ile aşağı bastığınız gibi, dünya üzerinde olmayan yüksek faiz ile YTL üzerinden kazanç sağlıyorsunuz. Aynı operasyonu borçlanma dışı kendi kaynağınızla da yapabilirsiniz. Borç kısmını maliyetin ne kadar düşük olduğunu vurgulamak için belirttim. Peki yukarıdaki operasyon yapılırken, bizim resmi makamlarımız ne yapıyor? Laf salatası yapıp, varlıklarımızın sıcak para tarafından transfer edilmesine sadece bakıyorlar.
Yukarıda, 1.77 seviyesinden gerileyen kuru ve düşürülemeyen faiz grafiğini birlikte görüyorsunuz. Kur gerilerken yüksek kalan faiz sıcak paranın kârını katlıyor. Oyun çok basit ve karşı koyulması çok kolay olmasına rağmen yapılan hiçbir şey yok.
Hesabını kim verecek
Sonuç 1: Daha önceki yazılarımda sizlere 2003-2007 arasında Türkiye'den yıllık yüzde 30 getiri sağlayan Yunan emeklilik fonu örneğini aktarmıştım. Bu, büyük operasyonun küçük parçası.
Sonuç 2: Bu noktada "Merkez Bankası faizi indirsin" diyenlere ve "Bir şey olmaz" diyenleri de anarak; Türk kamuoyuna sormak istiyorum; "Yeter mi?" Yukarıda anlattığım soygunun hesabını kim verecek?
Son söz: Amerika'yı bırak Türkiye'de iyi görüntü altında olana bak.
------
Bayrama yalan ile girdiler!..necati dogru
Allah günahlarını affetsin. Çok dindar geçiniyorlardı. Hepsi birden, yandaş ve tarikat yayın organlarında şeyh kalemşorluğu yaparak dergiciliğe, gazeteciliğe, televizyonculuğa başlayıp sonradan “Brüksel’ci- Washington’cu-Bilderberg’çi” olan yazarları dahil hemen hepsi ağızlarını açınca “İslamın yüksek ahlakı...” diye fetva vermeye başlıyor, “Allah’ın en sevgili kulları olduklarını” sayıp döküyorlardı.

Oy dileniyorlardı.

Meclise giriyorlardı.

İktidar oluyorlardı.

Bağış topluyorlardı.

Şirketler kuruyorlardı.

İhale kapıyorlardı.

Babalarının parası yetmediği için “Avrupa’da, Amerika’da bursla okumuş oğullarını gemi sahibi, kabuksuz yumurta şirketi sahibi” yapıyor, Almanya’daki gurbetçiye “Siz yatın paranız ikiye katlansın” diye slogan yutturup paralarını topluyor, gurbetçi alın terlerini buharlaştırıyorlardı. Alman devletini de kandıracaklarını sandılar, “Zahid’leme yoluyla Alman konut yardımını da çarpmaya” kalktılar.

Almanya’da savcılar var.

Hâkimler...

Ve yüksek ahlak...

***

Almanlar, yalana ve kirlenmeye uyandı, “Zahid’lemenin” defterini dürdü ve yakalayabildiklerini mahkeme edip içeri attılar. Bize de “Siz de aynısını yapın... Adaletten şaşmayın...” diye öneri getirdiler.

Gördünüz mü?

Ne oldu?

Bizimkiler öneriye sırt çevirdi. “Adil Düzen” diyerek yola çıkanlar televizyon ve radyo yayınlarında ahlakı korusun diye RTÜK Başkanı yaptıklarının yalanını-dolanını örtmeye, gizlemeye kalktı.

Allah affetsin!

Mübarek Ramazan Bayramı’na “kiri ve yalanı örterek, küllendirerek, gözlerden kaçırarak” girdiler. Dini, içinden yüksek ahlak alınarak boşaltılmış ve “İslamın yüksek ahlakının yerine para-çıkar-fenerleme-dişleme-Dengir’leme-Zahid’leme doldurulmuş” hale getirdiler.

Mübarek bayrama!

Yalan ile girdiler.

***

Onu koltuğunda tuttular.

Zahid Akman’ı RTÜK Başkanlığı’ndan ayrılıp, savcının önüne çıkmaya zorlamak yerine “Zahidimiz arkandayız...” kenetlenmesine girdiler. Tatile, “içimde yeşeren taze bir umutla” gitmiştim. Bu durumda bizim ülkemizde de savcılara ve hâkimlere “Zahid’lemenin defterini dürme imkânı” verilir, “arsa dişlemeninin hesabı” sorulur, “Dengir’lemenin cezası” kesilir diye ummuştum.

10 gün geçti.

Tatilden döndüm geldim.

Biriken gazetelere baktım “Zahid Akman’ı 3’e karşı 5 oyla koltuğunda tuttukları” haberini okudum. Başbakan da “Zahid’in arkasındayım...” diyormuş, okumaz olaydım bu haberi de okumuş oldum.

İslamın içini boşalttılar.

Müberek bayrama!

Yalanla-dolanla girdiler.

Allah onları affetsin.

Bayramınız kutlu olsun.

28 Eylül 2008 Pazar

İşte AROG'dan ilk görüntüler!
Cem Yılmaz'ın olay filminin bu kayıtları ilk kez yayınlandı.

AROG, Bir Yontmataş filmi... Cem Yılmaz ın gişe rekortmeni filmi GORA'nın devamı olan AROG'ta bu kez Arif'in Taş Devri'ndeki maceralarını izleyeceğiz...

4 FARKLI TEASER SİNEMALARDA

Cem Yılmaz'ın 'Halıcı Arif'i canlandırdığı ve GORA'nın devamı olan AROG için hazırlanan dört farklı teaser, dünden itibaren tüm sinemalarda gösterilmeye başlandı.

5 ARALIK'TA SİNEMALARDA

Fida Film ile CMYLMZ Fikir Sanat ortaklığının ürünü olan AROG, 5 Aralık 2008'de 400’ün üzerinde kopyayla vizyona girecek. Türk Telekom, Avea ve TTNet filmin ana sponsoru. Senaryo Cem Yılmaz’a ait, yönetmenliği ise Ali Taner Baltacı ve Cem Yılmaz.

AROG'daki diğer oyuncular isme şöyle Ozan Güven, Özkan Uğur, Nil Karaibrahimgil, Zafer Algöz, Özge Özberk, Hasan Kaçan...

AROG'un bu görüntüleri ilk kez yayında!
**********

2.

3.

4.

5.

ne ciziyorlar ..// ne yazdılar.yigit bulut yılmaz özdil..

Leman kapak 881

Biz

İnsanız, en şerefli mahlukuz
Deyip de pek fazla
Övünmemiz haksız
Atamız elma çaldı cennetten
Biz o hırsızların çocuklarıyız
O. Seyfi Orhon



ercan akyol./haslet soyoz.ciziyorum!!!


Aşağıdaki hikaye...

25.09.2008 | Yiğit Bulut |Başlığa sığmadığı için tekrar yazayım; "Aşağıdaki hikaye bana dokunulmadığı sürece istediklerini alsınlar, sonunda kazanan biz oluruz diyenler için mükemmel bir örnekleme." Evet, bence güzel bir örnek. Bugün piyasalarda, siyasette, her alanda yaşananlara susanlar şunu hiç unutmasınlar; bir gün sıra size de gelecek!
Hikayeyi hemen araz edeyim: "Afrika savanlarında yaşayan kalabalık bir yaban öküzü sürüsü varmış. Tabii, etraflarında da aç arslanlar eksik olmazmış. Ancak sürü çok kalabalık olduğu için, bunlara saldıran arslanlar hırpalanır, geri çekilmek zorunda kalırlarmış. Bir gün, yaşlı topal bir arslan, sakin bir şekilde tek başına sürüye yaklaşmış. Sürünün lideri ile konuşmak istediğini söylemiş. İri yarı genç bir öküz öne çıkmış.
Arslan: "Bakın öküz kardeş, biz sizinle bu savanda sûlh içinde yaşamak istiyoruz, ama sizin içinizde şu sarı öküz var ya, o bizim sinirlerimizi çok bozuyor. Onu görünce çılgına dönüyoruz. Size saldırmaktan kendimizi alıkoyamıyoruz. Onu bize verin, biz bir daha size saldırmayız. Barış içinde yaşarız" der.
Öküz: "Bunu bir düşünelim" diyerek sürünün içine döner ve arslanın söylediklerini aktarır. Öküzler, bundan böyle rahat edeceklerini düşünerek, sarı öküzün arslanlara verilmesine karar verirler. Sadece sürünün en yaşlısı olan tecrübeli bir öküz buna karşı çıkar "sarı öküzü vermek bizim sonumuz olur" der. Diğerleri dinlemezler. Sarı öküz arslanlara verilir.
Savaş baştan kaybedildi
Bir süre sonra, yaşlı topal arslan tekrar görünür. Aynı hikaye tekrarlanır. Bu sefer kısa kuyruklu kara öküz onların sinirini bozmakta, çılgına döndürmektedir. Onu verirlerse barış sürecektir. Kısa kuyruklu siyah öküz de verilir. Günler böylece geçer, arslanlar acıktıkça bir bahane ile sürüden bir öküz isterler, öküzler de, barış bozulmasın diye yeni bir kurbanı arslanlara teslim ederler. Böylece, arslanlar semirir çoğalırken, öküzlerin sayısı giderek azalmaya, arslanların gücü arttıkça, öküzleri tehdit etmeye başlarlar şu öküzü vermezseniz size saldırırız, bu öküzü vermezseniz size saldırırız boyutlarına ulaşır. Öküzlerin artık güçlenen arslan sürüsüne karşı koyacak gücü kalmamıştır. Toplanıp "Biz nerede hata yaptık da bu savaşı kaybettik" diye tartışmaya başlarlar. Sarı öküzün verilmesine karşı çıkan yaşlı öküz, "Biz bu savaşı sarı öküzü arslanlara verdiğimiz gün kaybetmiştik" diye durumu özetler."
Sistem çökerken ne olacak
Değerli dostlar, bu hikayeyi "kendinden olanı feda" edip hala alanda kalıp mücadeleye devam ettiğini düşünen herkese ve her kuruma hediye ediyorum.

Not: 1945 sonrası kurulan "liberal-kapitalist" sistemin bittiği, açıklanan ama hala onaylanmayan kurtarma planı ile resmen ilan edildi. 2007 Kasım ayından itibaren bu köşede hatırlarsanız "genleşmenin büzüşmeye dönüşeceği ve sistemin yeni bir paradigma doğana kadar çöküş sürecine" gireceğini defalarca yazdım. Şimdi çok önemli bir soru var; sistem çökerken "neler olacak" ve "hangi yatırım araçları" değer kazanacak? Ve en önemlisi yeni sistem nasıl şekillenecek? Bu soruların cevaplarını önümüzdeki günlerde birlikte tartışacağız. Şimdilik tek birşey söyleyebilirim, bugün değerli olan herşey değişecek!


Melih AşıkAçık Pencere/Bayramlık ülke

Kemal Kılıçdaroğlu ile giriştiği düellodan sonra bir süre ortalıkta görünmeyeceği sanılan Dengir Mir Mehmet Fırat, dün yine gazetecilerin önüne çıktı, birtakım karşı hücum ve savunmalara girişti...
Kılıçdaroğlu da peşinden konuştu. Dengir Bey yeniden golleri yedi...
Aslında yalnız o değil.. Bütün Türkiye gol yeme antrenmanında...
Ülkenin cumhurbaşkanı New York’ta Fethullah Gülen cemaatinin verdiği iftara katılıyor... Zimbabve’nin kanlı diktatörü ile aynı masaya oturuyor. Aynı Cumhurbaşkanı, bütün dünyanın soykırımcı diye nitelediği Sudan Cumhurbaşkanı El Beşir’i de Ankara’da ağırlamış olup dünyanın en gerici liderlerinden Suudi Arabistan Kralı Abdullah’a devlet şeref madalyası vermiş, karşılığında değeri açıklanmayan şahsi hediye almıştır... İftihara geçmiştir...
Dünya ekonomik sarsıntılar geçirirken Türkiye “Bayrama Şeker mi desek Ramazan mı?” tartışması yapıyor.
Maliye Bakanı’nın çocukları alınteriyle kazanıldığına kimsenin kuşku duymadığı sermayeleriyle 600 milyon dolara elektrik santralı kuruyor...
Radyo televizyonların ahlaklı yayın yapmasından sorumlu kurumun başındaki Zahid Bey ramazan ayının en çok ve en usta yalan söyleyen kişisi unvanını alıyor...
“Laik Türkiye” sloganıyla yollarda yürüyenler hapiste... Laiklik karşıtı eylemlerin odağı olmaktan hüküm giyen parti iktidarda...
Herkes her şeyi biliyor bu ülkede. Anayasal düzen, demokrasi, hukuk, ahlak nasıl geri gelecek? Kim geri getirecek? İşte bunu kimse bilmiyor...

-------

Kanal 7’nin başkanı Karaman, Deniz Feneri olayını dolandırıcılık olarak değil, iş kazası olarak görüyormuş.
Siz hiç bu kadar planlı programlı iş kazası duymuş muydunuz?

Bolçi
Bolçi’ye olan aşkımızı biliyorsunuz... Günün
birinde Ankara
dönüşü Bolu
Dağı’nda yarım
kiloluk bir
kutu Bolçi çikolatası almıştık.. İstanbul’a varana kadar bütün kutuyu tek başımıza bitirdik... Öylesine bir lezzet... Bu
çikolotayı Bolu’da mütevazı bir
pastane sahibi
Hasan Aksoy icat
etmiş... Adını Bolu Çikolatası’nı
kısaltarak Bolçi
koymuş. Hasan
Aksoy’dan her yıl daha güzel haberler
alıyoruz... Dün yine konuştuk:
- Bu yıl ihracata başladık, dedi,
Kıbrıs’a, Tunus’a,
İspanya’ya
gönderiyoruz..
Croca diye bir ürün daha ekledik
imalatımıza... Bolu dışında reklam
yapmadığımız halde Van, Adıyaman gibi yörelerden talep
geliyor... Çok hızlı gelişiyoruz...
Bolu’da bir adam tamamen yerli imkânlarla dünya çikolata pazarında yarışacak kalitede bir ürün meydana çıkardı. Sürekli
geliştiriyor.. Alkışlamaz mısınız?

Tilki
Kurnaz tilki ormanda gezmektedir. Bir ağacın dalında asılı bir geyik budu görür.
Açtır ama
şüphelenir, kontrol ederken anlar ki,
bu bir tuzaktır.
Geyik budu bir iple bombaya
bağlıdır.
Epeyce uzağa
gider ve başını
kollarının üzerine
koyarak yatar, biraz sonra çakal gelir,
budu görür ve yatan tilkiye sorar:
- Burada bir but var ya...
- Evet var
- Neden
yemedin?..
Tilki sakince
cevap verir;
- Bu gün
oruçluyum...
Çakal kendinden emin:
- Hımmmm, ben yiyeyim o zaman.
Tilki ‘Buyur
afiyet olsun’ der.
Çakal buta uzanır uzanmaz bir
patlama, ortalık toz duman, çakal yaralı vaziyette iki
seksen yerde...
Çakal gözlerini açınca ne görsün.. Tilki biraz uzakta
butu kemirmeye
başlamış bile...
Sorar:
- Lan şerefsiz
hani oruçtun?
Tilki pişkin pişkin sırıtır;
- Biraz önce
top patladı
duymadın mı?

AB ve yolsuzluklar
Milliyet’in dünkü başyazısı şöyle bitiyordu: “AB, ünlü 301’inci madde konusunda haklı olarak gösterdiği kararlı tutumu, konu Türk demokrasisini ahlaki ölçülerde daha temiz bir zemine oturtmaya geldiğinde neden sergilemiyor?”
Aslında AB’nin Türkiye’deki yolsuzluklara hepten gözünü kapattığı söylenemez... Ancak bu konuda pek ısrarcı davranmadığı da gerçek...
Örneğin Avrupa Birliği Komisyonu’nun 2004 yılı ‘İlerleme Raporu’nun 28 ve 29’uncu sayfalarında ‘Anti-Corruption Measures’ (Yolsuzluğa Karşı Ölçümler), 141’inci sayfasında da ‘Fight against fraud and corruption’ (Sahteciliğe ve yolsuzluğa karşı mücadele) başlıkları altındaki bölümlerde Türkiye’nin geçmişindeki yolsuzluğa karşı mücadele deneyimi ve ‘yolsuzluk’ olgusu ana hatlarıyla irdeleniyor...
Türkiye’de bir ‘Yolsuzlukla Mücadele Birimi’ kurulmasına ve Yolsuzlukla Mücadele Kanunu’nun çıkarılmasına dair tavsiyede bulunuluyor.
Ne var ki, AB bu tür istekler konusunda fazla baskıcı davranmıyor... Bu konunun takibinde Kıbrıs ve azınlıkların sorunlarında olduğu kadar titiz değil... Bir yandan da AKP’li dostlarını bu hassas konuda zorlamak istemediği düşünülebilir AB’nin!
Başbakan iki sözün biri hortumları kestiğini anlatıyor...
AB, fazlası için ısrarcı değil.. Anlaşılan yolsuzluklarla mücadelede gayret yurtiçinde temiz toplumdan yana güçlere düşüyor...



İslam Dergisi’nin idealist gençlerine ne oldu
12 Eylül 1980 askeri darbesinden sonra İslami kesimde ardı ardına dergiler çıktı. Bunlardan biri de "İslam Dergisi"ydi. Derginin sahibi Nakşibendi Gümüşhanevi Dergáhı’ydı. Başyazarı, dergáhın şeyhi M. Esad Coşan’dı. Genel Yayın Yönetmeni Hasan Hüseyin Ceylan, Yazı İşleri Müdürü Zahid Akman’dı. Dış Haberler Şefi Fehmi Koru’ydu. Derginin para işlerine ise, adı Deniz Feneri olayına karışan Zekeriya Karaman bakıyordu! Ankara’da bir şirketin mescidinde kırık bir daktilo ve bir masayla başlayan idealler zamanla nasıl bir dönüşüme uğradı?

12 Eylül 1980 askeri darbesi, İslami kesimde dergiler dönemini başlattı. Neredeyse her tarikatın, dergáhın, cemaatin dergisi vardı:

"Sızıntı", "Zafer" Fethullah Gülen Cemaati’nin dergileriydi.

"Altınoluk" Nakşibendi Erenköy Cemaati’nin dergisiydi.

"Öğüt", "İcmal" Kadiri Haydar Baş çevresinin çıkardığı dergilerdi.

"Köprü", "Bizim Aile" Mehmet Kutlular ekibinin çıkardığı dergilerdi.

"Fetih", "Genç Akademi" Süleymancılar’ın dergileriydi.

"Dava" radikal Nurcular’ın dergisiydi.

"Girişim" radikal İslamcı Kürtlerin dergisiydi.

"Şehadet", "Tevhid" Hizbullah’ın dergileriydi.

"İktibas" tasavvuf karşıtı Ercüment Özkan çevresinin çıkardığı dergiydi.

"Rönesans" Adnan Oktar çevresinin dergisiydi.

"Kitap Dergisi", "Mavera" İslamcı edebiyatçıların dergileriydi.

"Hareket", "Ülke" İslamcı sosyalistlerin dergileriydi.

"Tezkire", "Umran" İslamcı entelektüellerin dergileriydi.

1980’ler; kendi ifadelerine göre, "İslami uyanışın" başladığı yıllardı.

Kuşkusuz aralarında farklılıklar vardı ama hepsi idealistti. Coşkuluydu. Fedakárdı. Tek istekleri "İslami bir toplum" yaratmaktı.

Sonra... Sonra ne mi oldu?..

Yeni bir dergi:İslam

Tarih: 1 Eylül 1983.

Nakşibendi Gümüşhanevi (İskenderpaşa) Dergáhı’nın yarı resmi yayın organı "İslam" Dergisi çıktı. Aylıktı.

Derginin başyazarı "Halil Necatioğlu" idi. Aslında bu isim; Profesör Mahmud Esad Coşan’ın müstear adıydı. Prof. Coşan müstear isim olarak, babası Halil Necati Coşan’ın adını kullanmıştı.

M. Esad Coşan sıradan bir başyazar değildi. Gümüşhanevi Dergáhı’nın şeyhi Mehmed Zahid Kotku’nun kızı Muhterem ile evliydi. 1977 yılında kayınpederinin bizzat elinden tutarak kürsüye çıkarması üzerine İskenderpaşa Camii’nde hafta sonları hadis dersleri vermeye başladı. İlahiyat Fakültesi’nde öğretim üyesiydi.

Şeyh Mehmed Zahid Kotku, Ankara’ya geldiğinde mutlaka damadının evinde misafir oluyordu. Damadını seviyor, saygı duyuyordu. Dergáh çevresinde artık herkes biliyordu ki, Şeyh Zahid Kotku’dan sonra dergáhın postnişine Prof. Coşan oturacaktı.

Ama bir sorun vardı. 1970’li yılların sonunda dergáh ile partinin/MSP’nin arası açılmaya başladı. Şeyh Zahid Kotku, Erbakan’ın "Akıncılar" gibi radikal hareketlere sıcak bakmasına karşı çıktı. Sonra bir gün Erbakan’a, eniştesi Prof. Osman Çataklı aracılığıyla haber gönderdi: "Necmi partinin başından çekil!"

Erbakan dergáhın dinsel otoritesine karşı geldi. Gümüşhanevi Dergáhı ile gerginliği sürerken 12 Eylül 1980 askeri darbesi oldu. Tutuklamalar sorunu geçici olarak unutturdu.

Darbeden hemen sonra da Şeyh Zahid Kotku vefat etti. Prof. Coşan yeni şeyh oldu.

Erbakan, dergáhta değil akademide yetişen yeni şeyhe "biat" etmedi. 19 Temmuz 1983’te Refah Partisi’ni kurdu.

Prof. Esad Coşan ise, RP’nin kuruluşundan bir buçuk ay sonra "İslam" Dergisi’ni çıkardı.

Derginin künyesi

Prof. Esad Coşan, İslam Dergisi’nde genellikle Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nden tanıdığı öğrencileriyle birlikteydi.

İslam Dergisi’nin Genel Yayın Yönetmeni Hasan Hüseyin Ceylan’dı.

Yazı İşleri Müdürü ise Aykut Zahid Akman’dı.

Hasan Hüseyin Ceylan ve Aykut Zahid Akman, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nden sınıf arkadaşıydılar. Ankara’da yaşıyorlardı. Şeyhleri Esad Coşan’ın dizinin dibinden ayrılmıyorlardı. Dergi çalışmalarından arta kalan zamanlarda, Prof. Coşan’ın Ankara Demetevler Özelif Sitesi’ndeki "hadis sohbetlerini" organize ediyorlardı.

İslam Dergisi, Ankara’da bir şirketin mescit olarak kullandığı küçük odasında, bir masa, bir eski daktilo ile yayın hayatına başladı.

Darbe günleri nedeniyle biraz ürkek yayın çizgileri vardı. Dergi içerik olarak, daha çok tasavvuf, geleneksel medrese ile radikal söylemlerin iç içe geçtiği bir politika takip etti.

Hasan Hüseyin Ceylan tarafından yazılan "Unutulan Sünnetlerimiz" bölümünde, Hz. Muhammed’in yaşamından örnekler verildi; okurlara günlük yaşama ilişkin tavsiyelerde bulunuldu: "Futbol karşılaşmalarında giyilen şort, erkeğin göbeği ile diz kapağı arasını örtüyorsa caizdir."

Dergi, genellikle yurtdışındaki İslami gelişmeleri haber verdi; Afganistan’ı işgal eden Sovyetler Birliği’ne ateş püskürüyorlardı. İran-Irak Savaşı’nda İran’ı destekliyorlardı. Ama Humeyni’ye mesafeliydiler.

Dünyayı ikiye bölmüşlerdi; Müslümanlar ve káfirler. Avrupa Birliği’ne karşıydılar. Kendilerini, Mısır’daki Müslüman Kardeşler’e yakın görüyorlardı.

İslam Dergisi’nin dış haberler sayfasını kim hazırlıyordu biliyor musunuz; Fehmi Koru!

Dergiye, Zahid Akman’ın ağabeyi Turgut Akman’la evli gazeteci Nuriye Akman da gönüllü destek veriyordu.

İslam Dergisi, ANAP’a yakındı; çünkü bu partinin kadrosu içinde, başta genel başkanı Turgut Özal olmak üzere, Gümüşhanevi Dergáhı’na bağlı politikacılar vardı. Ancak ANAP’ın serbest piyasacı, AB’ye yakın siyaseti bu yakınlığın daha ileri gitmesine engel oldu.

RP arasında gerginlik ise her geçen yıl arttı. Parti, İslam Dergisi’nin parti binalarına girişini yasakladı.

Ayrılık gerçekleşiyor

1990’lı yıllarda RP yükselişe geçti. Artık büyük şehirlerde yeni bir dönem başlamıştı. İstanbul, Ankara gibi şehirleri RP adayları kazanmıştı.

Bu seçim başarısına rağmen İslam Dergisi, Erbakan’a hálá soğuktu.

Ancak...

1984 yılında Şeyh Zahid Kotku’nun adını alacak kadar dergáha bağlı olan Aykut "Zahid" Akman ve Hasan Hüseyin Ceylan gibi isimler, Şeyh Coşan’dan ayrılıp Erbakan’a biat ettiler.

O yıllar faaliyete geçmek için hazırlıklar yapan Kanal 7 televizyonunun başına da İslam Dergisi İdari Müdürü Zekeriya Karaman getirildi.

İslam Dergisi’nin yazı işleri kadrosundan Ferman Karaçam da Kanal 7 radyonun başındaydı artık.

Fehmi Koru, İslam Dergisi’nden sonra Erbakan’ın ekibine dahil oldu; Milli Gazete’ye geçti; başyazarı oldu. Sonrası malum...

Hızlı yükseliş

İslam Dergisi’nden kopanlar ödüllerini hemen aldılar.

Milletvekili oldular. Şirketler kurdular. Belediyelere fuar organizasyonları yaptılar.

YİMPAŞ parasıyla "Politik Araştırmalar Merkezi" kurdular.

ABD’ye bursa gönderildiler. Televizyon yöneticisi oldular.

Büyüdüler... Ünlendiler...

Bu arada, 28 Şubat kararları, Erbakan’ın yıldızını söndürdü.

Ve zamanında Şeyh Esad Coşan’ın dizinin dibinden ayrılıp Erbakan’a biat edenler yine hemen çark ettiler. Recep Tayyip Erdoğan-Abdullah Gül ikilisinin gölgesine girdiler. "Yola devam" ettiler!

Fakat bir fire verdiler: Hasan Hüseyin Ceylan konuşmalarıyla RP’nin kapatılmasına neden olmuş; siyaset yapması beş yıl yasaklanmıştı. Cezası bitince, İslam Dergisi’nde birlikte çalıştığı bacanağı, AKP milletvekili genel başkan yardımcısı Akif Gülle’nin kulisiyle AKP’ye girmeye çalıştı. Olmadı. AKP, Hasan Hüseyin Ceylan’ı kabul etmedi.

Diğerlerinin yıldızı parlamaya devam etti.

Geçmişte karşı çıktıkları her şeyi bu kez kendileri yapıyordu. Popüler dünyanın figürleriydiler artık. Her gün televizyon ekranındaydılar.

450 milyon dolarlık Armada İş Merkezi’nin sahibi oldular!

Diğer şirketleri, işleri, yatırımları, Deniz Feneri’ni yazmaya gerek var mı?

Artık milyon dolarları telaffuz ediyorlardı. Her şey ne kadar kolay ve çabuk oluvermişti!

İnsan sormadan edemiyor: İslam Dergisi günlerini hiç anımsıyorlar mı?

O idealist-özverili gençlerin tüm çabaları sadece sınıf atlamak için miydi?

"İslam toplumu" kurmak için büyük söz sarf edenler, sadece birkaç yıl içinde nasıl da ufalıvermişlerdi böyle.

Neyse, hayat devam ediyor işte. Haziran 1998’den beri çıkmayan İslam Dergisi, on yıl aradan sonra ekim ayında yeniden çıkıyor. "Bir lokma bir hırka" felsefesine bağlılıklarını sürdürenlere duyurulur.

Şeyh Esad Coşan’dan Erbakan’a: Valizlerle gelen paraları ne yaptın?

TARİH, 26 Mayıs 1990.

Yer İstanbul Vefa Yayıncılık Tesisleri

Profesör M. Esad Coşan, Erbakan ile olan gerginliklerinin nedenini dergáhının müritlerine bakın nasıl anlattı:

"Umumiyetle bana sorulan sorular, MNP-MSP-RP ile ilgili. Diyorlar ki, ’Bir müddet desteklediniz, şimdi bir ihtilaftan bahsediliyor, niye?’

Efendim, destekleme hocamızın (Şeyh Mehmed Zahid Kotku) zamanından beri oldu. Parti zaten dergáhımızın belli bir aksiyonu olarak başladı. Hocamıza belli kişiler geldiler, dediler ki, ’Hocam, böyle böyle şeyler yapalım mı?’ Hocamız emir buyurdu, istikamet gösterdi, yapın buyurdu. Ayrıca eleman verdi.

Ancak üç sene önceden, beş-altı sene önceden bize karşı bir tavır başladı. Bizim dergimizin (İslam) nasıl çalıştığını biliyorsunuz, neden yazdığımı biliyorsunuz. Biz bu dergileri şu bakımdan çıkarmıştık; örfi idare var, ben İskenderpaşa’da konuşuyorum, Ankara’da konuşma iznim var ama yasaklanabilir. ’Sen Diyanet’e bağlı bir kimse değilsin, konuşamazsın’ diyebilirler. Onun için ben ihvanıma, yani kardeşlerime, ahiret yoldaşlarıma ulaşabileyim, mesajımı ileteyim diye çıkardım dergiyi.

Şimdi önce Almanya’daki kardeşlerimiz başladı; ’Bu dergi bizim dergimiz değildir’ demeye. Hocamızın kurduğu Hak-Yol Vakfı’na yardımları kestirdiler. Bizzat Necmettin Bey, Konya’da ’Hem Hak-Yol’a hem Milli Gençlik’e yardım olmaz; sadece Milli Gençlik’e yardım edeceksiniz’ demiştir.

Şimdi (Erbakan) birçok insan hesap sormadığı için şımarıyor. 1990 yılının Ocak ayına kadar bütün kusurlarına rağmen destekledim. Doğru yolda gitmeyeni babam olsa dinlemem.

Mercedeslere kurulup saltanat sürüyorsun. ’Bana biat etmeyen kendine din arasın’ diyor. Böyle saçma şey olur mu? Bulunmaz Hint kumaşı mısın?

Kırk yıldır desteklediğimiz insan. Beslediğimiz insan, varlığımızın her çeşidiyle katıldığımız insan, kardeşlerimizin parasıyla bütçesi kabarmış, şişmiş insan, Almanya’dan valizlerle gelen paralarla zenginleşmiş insan, Suud’dan, Kuveyt’ten gelen paralarla şey yapmış insan. Sen bu tekkenin mensubu değil miydin? Sen ’Bizim yolumuz tekke adabıdır’ demiyor muydun?"

Prof. Esad Coşan’ın bu konuşmasını, Yazar İsmail Nacar basına verince, Esad Coşan ile Erbakan bir daha hiçbir araya gelmediler, konuşmadılar.

Gümüşhanevi Dergáhı bölündü. Ayrılık hálá sürmektedir.

Başbakan’ın dünürünü değil yazar Sadık Albayrak’ı geri istiyoruz

SON yıllarda gazeteler, televizyonlar ondan hep "Başbakan’ın dünürü" diye bahsediyor.

Oğulları Berat ve Serhat nedeniyle adı duyuluyor artık.

Küçük oğlu Berat (D. 1978), Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın kızı Esra ile evli.

Genç yaşta Çalık Holding’in CEO’su oldu. Büyük oğlu Serhat (D. 1973) da Çalık Grubu’nda.

Sözünü ettiğimiz isim, gazeteci-yazar Sadık Albayrak.

Başbakan Erdoğan ile dünür olduktan sonra bir köşeye çekildi; artık gazetelerde yazmıyor. Konuşmuyor.

Halbuki: Görüşlerine karşı olsam da, Türkiye’nin ona ihtiyacı var, biliyorum.

Türkiye’nin bu gergin günlerinde gazeteci-yazar Sadık Albayrak’a görev düşmüyor mu?

Peki, neden sessiz?

Dünür olması susması anlamına gelir mi hiç?

Bunca yıllık Sadık Albayrak’ın köşesine çekilmesi kabul edilebilir mi?

Bu muydu yani; iki oğlu önemli bir şirkette CEO olacak; hatta biri Başbakan’ın damadı olacak ve o yazılarıyla rüzgár ekip fırtına biçen Sadık Albayrak kalemini kıracak!

Bunun için mi hapis yattı?

Bunun için mi yüzlerce yıllık cezaları umursamadan kitaplar, makaleler yazdı?

Uzun yıllar Milli Gazete’nin genel yayın yönetmenliğini yaptı.

Önceleri AKP’ye sert muhalefet eden Milli Görüşçü isimlerin başında geliyordu.

Sonra... Sonra kayboldu. Yazmadı işte. Dünürüyle fikir ayrılığı yüzünden mi kalemine kelepçe vurdu? Bilmiyorum.

Bildiğim, Sadık Albayrak’ın akrabalık ilişkileri nedeniyle köşesine çekilmesine gönlüm elvermiyor.

Sadık Albayrak’ın görüşlerini hiç paylaşmıyorum.

Ama yazmasını can-ı gönülden istiyorum.

Sadık Albayrak gazetecidir; yazardır; düşünürdür.

İdealisttir. Vicdanlıdır. Ahlaklıdır. Aydın olma namusuna sahiptir. Bu özelliklerinin yanında "dünürlüğü" sadece küçük bir ayrıntıdır.

Tarih Sadık Albayrak’ı dünürlüğüyle değil, yazdıklarıyla hatırlamalıdır.

Evet, ben kendi adıma, Türkiye’nin bu zorlu sürecinde Sadık Albayrak’ın yazmasını istiyorum...

Sadık Albayrak’ın "feodal ilişkilere" kurban edilmesini gönlüm ve aklım kabul etmiyor.
Bayram


Yıllardır kafa patlatıyordum...

"Niye bu kaos yaşanıyor" diye.


*

Tahminim, sizin evde de oluyordur; her ramazandan sonra bizim ailede tartışma çıkar... Ben bir türlü karar veremem, kurbanı mı kesecektik bu bayramda, yoksa yılbaşı ağacı mı dikecektik? Annem "Aşure ayıydı galiba" diye bastırır, babam "Hanım sen bunadın herhalde" diyerek, paskalya yumurtası boyar... Değerli eşim, "Hıdrellez" diye tutturur, çalı çırpı toplar ateşten atlayalım diye; kızım ise, illa ısrar eder, "Zafer Bayramı’dır, fener alayını görmeye gidelim..."

Bakın tam bu satırları yazıyordum, ağabeyim mesaj atmış, "Kabotaj bayramınız mübarek olsun" diyor.

*

İşin içinden çıkamıyorduk bi türlü.

*

Allah’tan Başbakanımız var...

"Ramazan Bayramı’dır bu" dedi.

*

Aşk olsun yani...

Madem Ramazan Bayramı’ydı bu, iktidarınızın ilk 5 yılında niye açıklamadınız da, perişan ettiniz milleti?

*

Üstelik öyle böyle değil.

Dört dörtlük bayrammış...

Gerçi ben Kurban Bayramı’nı dört günlük biliyordum ama, o kadar kusur ulemada bile olur artık.

*

Özetle...

Sakın bundan sonra "İktidar gerçekleri saklıyor" falan diye şikáyet etmeyin... Sayın Başbakanımız şeffaf bir şekilde çıkıp kamuoyunu bilgilendirmese, nereden öğrenecektiniz bu bayramın ne bayramı olduğunu?
ercan akyol..

Metin Münir/Bir ampul değiştirmek için kaç Zen Budist gerekir?
.28Eylül Pazar 2008

Sadece son derece esnek ve yumuşak olanlar son derece sert ve güçlü olabilir.
Eğer sorunun çözümü varsa tasalanmanın anlamı yok, sorun sonunda çözülecek. Eğer sorunun çözümü yoksa tasalanmaya mahal yok çünkü çözülmesi imkânsız.
Çok temiz suda balık yaşamaz.
Hiddet, niteliksiz olmanın belirtisidir.
Kızgın kişi her zaman yapabileceğinin fazlasını yapabileceğini sanır.
İnsanlar çoğu zaman akıl açıklarını hiddetle kapatmaya çalışırlar.
Nefret insanın kendine uyguladığı bir cezadır.
Hiddet, akılsızlıkla başlar, pişmanlıkla biter.
Kızgın adam ağzını açar, gözlerini kapatır.
Hiddet eser, aklın lambası söner.
Akıllı insan hatalarından ders alır. Başkalarının hatalarından ders alan ondan da akıllıdır.
Ne kadar sıkı tutarsanız, o kadar az şeye sahipsiniz.
Elde eden az şeye sahiptir. Dağıtanın çok şeyi var.
İnsanlara yol göstermek istiyorsan arkalarından yürü.
Bir samuray, Zen ustası Hakuin’e öldükten sonra nereye gideceğini sormuş. Hakuin, “Ben nereden bileyim?” diye cevap vermiş. “Nasıl bilemezsin?” demiş samuray. “Sen bir Zen ustasısın.” “Evet, ama...” demiş Hakuin, “ölü bir Zen ustası değilim.”
Muayyen bir işi yapabilmek için muayyen bir insan olmak gerekir.
Eğer gerçek aşkı bulmak istiyorsanız kendinizi sevmeyi öğrenin.
Hiçbir kar tanesi hiçbir zaman yanlış yere düşmez.
Öğrenmek nehrin aktığı yöne doğru kürek çekmek gibidir: İlerlememek gerilemek demektir.
Ruh ışık saçarsa insanda güzellik olur. İnsanda güzellik varsa yuvada uyum olur. Yuvada uyum olursa ulusta düzen olur. Ulusta düzen olursa cihanda sulh olur.
Samimi olmayana samimi davranmak tehlikelidir.
Kötü şeylerde yavaş ol, iyi şeylerde aceleci ol.
İyilik bağırır. Kötülük fısıldar.
Eskilerin yürüdüğü yolu izleme, onların aradığını ara.
Ne kadar sessiz olursan, o kadar çok şey duyarsın.
Hayat denize açılıp batacak bir gemiye binmeye benzer.
Oraya vardığınızda, orada orası olmadığını görürsünüz.
En az şey isteyenler Tanrı'ya en çok yanın olanlardır.
Her çıkış başka bir yerin girişidir.
İnsan tartışır, doğa yapar.
Saat beşte sevişmek için sana geleceğim. Geç kalırsam bensiz başla.
Soru: Bir ampul değiştirmek için kaç Zen Budist gerekir? Cevap: Üç. Biri değiştirmek için. Biri değiştirmemek için. Biri ne değiştirmek ne değiştirmemek için.



Ah Dengir Bey ah



OLMUYOR Dengir Bey, olmuyor... İnan ki kurtarmıyor...

Neden mi? Anlatayım:

Sen ki "koskoca" iktidar partisinin, "koskoca" ikinci adamısın...

CHP’den "Kemal" adlı bir müfettiş çıkmış, senin konumundaki bir adama, "uyuşturucu kaçakçısı" ve "hayali ihracatçı" demiş...

Sen de bunun üzerine çılgına dönüp, "Ulan müfteri" diyerek karşı saldırıya geçmişsin... Yetinmemiş, meydan okumuşsun...

Ve nasıl olmuşsa olmuş...

Kendisine "Bay müfteri" diye lakap taktığın adamı kıstırıp yakalamışsın...

Hem de Meclis çatısı altında... Hem de 70 milyonun huzurunda...

Senden beklenen...

"Bay müfteri"yi ezim ezim ezmendi...

Senden beklenen...

"Bay müfteri"yi insan içine çıkamayacak duruma sokmandı...

Senden beklenen...

O "Kemal" denilen CHP’liyi, "Ne olur bağışla beni mirim" diyerek af dilemek zorunda bırakmandı...

Öyle çetin ceviz bir halde çıkmalıydın ki kavga meydanına...

Meydan gümbür gümbür inlemeliydi...

Öyle yaslanmalıydın ki "Bolu Dağları"na...

O "Kemal" denilen adam kaçacak yer aramalıydı...

Müfettiş raporlarını, Danıştay kararlarını öyle un ufak etmeliydin ki...

"Uyuşturucu" sözcüğüyle "Dengir" adını yan yana getiren o "Kemal" denilen müfettiş, gerçekten de "Ben müfteriyim... Ben müfteriyim..." demek dışında söyleyecek hiçbir söz bulamamalıydı...

O karmakarışık rakamların arasından...

O pek bir şey anlamadığımız hukuksal süreçlerden...

Öyle kesin, öyle net, öyle temiz, öyle pir ü pak, öyle masum, öyle beyaz çıkmalıydın ki...

Dost düşman herkes...

"Yapılır mı bu Dengir Bey’e?" duygusuyla dopdolu olmalıydı...

Dost düşman herkes...

"Allah hepimizi kuru iftiradan sakınsın" diye dua etmeliydi...

Dost düşman herkes...

Sana "Alçakça iftiralara maruz kalmış bir adam" muamelesi yapmalıydı...

* * *

Ama olmadı, olamadı...

Bak, senden yana olanlar bile "Maç berabere bitti" diyorlar...

Söyler misin? İçinden "hayali ihracat" geçen bir maçta, beraberlik kurtarır mı?

Söyler misin? "Uyuşturucu kaçakçısı" suçlamasının devreye girdiği bir maçta "şerefli" beraberliğe rıza gösterilir mi?

Dün televizyonda gördüm...

Çıkmış Baykal’a sorular soruyorsun...

"Uyuşturucu" ve "hayali" maçında berabere kalmış biri, Deniz Baykal’a en şahane golü atsa kaç yazar?

Kısacası... Dreyfus olamadın Dengir Bey... O yüzden bizden Emile Zola tavrı bekleme...

’Latif Abi’den iki yakışıksız itham

BİRİNCİ İTHAM: "Ben bakanken Kanal 7’ciler bana geldi... Benden bir şey talep etmediler, SPK ile sorunlarını anlattılar... Ama herkes bilir ki bu türden bilgilendirmeler talep anlamına gelir."

İKİNCİ İTHAM: "Kanal 7’cilerin Başbakan’la görüşüp görüşmediklerini bilmiyorum... Ama o günlerde Başbakanlık koridorlarında hareketlilik vardı... Kanal 7’nin sahibi Zekeriya Karaman’ı Başbakanlık koridorlarında gördüm."

* * *

Bence bu iki itham da Abdüllatif Şener’e yakışmadı...

Eğer Şener, daha yakışık alan bir suçlama yapmak istiyorsa...

"Geldiler... Benden şu türde imtiyaz talep ettiler... Ben de kapıyı gösterdim" demek durumundadır...

Eğer Şener, daha yakışık alan bir suçlama yapmak istiyorsa...

"Başbakan Erdoğan, Kanal 7’cilerle bir araya geldi... SPK Başkanı’nı da yanına aldı... Kanal 7’nin SPK ile sorununu çözdü... Elimde kanıtlarım var" demek durumundadır...

Eğer bunları diyemeyecek durumdaysa...

Yapması gereken tek şey susmaktır...

CHP’ye çağrı

CHP’li Çankaya Belediye Başkanı’nın telefonunu dinlemişler...

Ayıp etmişler...

Belediye Başkanı’nın telefonda söylediklerini ekranlara taşımışlar...

Ayıp etmişler...

Bu telefon görüşmesinde söylenen "Rüşvet verdim" falan türünden lafları, "Sizin tencere de kara" üslubuyla yayınlamışlar...

Ayıp etmişler...

Tamam, bunlar işin ayıplı kısımları...

Ama işin içinde bu ayıplar var diye...

Çankaya Belediye Başkanı’na "sütten çıkmış ak kaşık" muamelesi mi çekeceğiz?

Tabii ki hayır!

Başkalarının gözündeki merteği görenler, kendi gözlerindeki çöpü de görmek durumundadırlar...

Bu yüzden CHP ileri gelenleri, Çankaya Belediye Başkanı’nın "Şantaj / Montaj" türküsüne bakmaksızın olayın üstüne gitmelidirler...

Hadi Kemal Bey, gösterin kendinizi...





21 Eylül 2008 Pazar

Atatürk dinle iç içeydi ...suleyman ates

Tuncay Tezel, Atatürk’ün dini görüş ve düşünceyle ilgili yazısında (ttezel@windowslive.com), Atatürk’ün solcu olmadığını çünkü bir solcunun, hayatının büyük kısmında Atatürk gibi sürekli Allah’ı övemeyeceğini belirtiyor. Atatürk’ün sağcı, muhafazakâr bir insan olduğunu kaydeden Tezel, bütün olayları Allah’a bağladığını, Türk milletini birleştiren çimentonun İslâm olduğunu defalarca vurguladığını belirtiyor. Atatürk’ün dini görüşleri hakkında örnekler veriyor.

“Çanakkale İslâm’la korundu” diyen Atatürk şöyle devam ediyor: “Öleni görüyor. Üç dakikaya kadar öleceğini biliyor. En ufak bir fütur (yılgınlık) bile göstermiyor. Sarsılmak yok. Okuma bilenler ellerinde Kur’ân, cennete girmeye hazırlanıyor. Bilmeyenler kelime-i şehadet getirerek yürüyor. Bu, Türk askerlerindeki ruh kuvvetini gösteren, şaşılacak ve övülecek bir misaldir. Emin olmalısınız ki Çanakkale Muharebesi’ni kazandıran bu yüksek ruhtur” (Atatürk’ten Seçme Sözler, Derleyen Cihat İmer, Remzi Kitabevi, 1989, s. 136).

Zaferin büyük payı senindir

Atatürk, Türk ordusunun dindarlığını ve kahramanlığını vurguluyor: “Türk Ordusu! Dünyanın hiçbir ordusunda yüreği seninkinden daha temiz, daha sağlam askere rast gelinmemiştir. Her zaferin mayası sendedir. Her zaferin en büyük payı senindir. Kanaatinle, imanınla, itaatinle hiçbir korkunun yıldırmadığı demir gibi temiz kalbinle düşmanı sonunda alt eden büyük gayretin için gönül borcumu ve teşekkürümü söylemeyi kendime aziz bir borç bilirim” (Atatürk’ten Seçme Sözler, Derleyen Cihat İmer, Remzi Kitabevi, 1989, s. 138).

Dinimizin akla ve gerçeğe uygunluğunu belirtiyor: “Ey Millet! Allah birdir. Şanı büyüktür. Allah’ın selameti, atıfeti ve hayrı üzerinize olsun. Koyduğu esas kanunlar, Kur’ân-ı Azimüşşan’daki ayetlerdir. İnsanlara feyz ruhunu vermiş olan dinimiz son dindir. Ekmel dindir. Çünkü dinimiz akla, mantığa, hakikate uymamış olsaydı, bununla diğer ilahi ve tabii kanunlar arasında aykırılıklar olması gerekirdi. Bütün ilahi kanunları yapan Cenab-ı Hak’tır”
Haslet Soyoz..

Luther bulalım!melih asık/milliyet

İnançlı insanlar tarih boyunca dinci veya din adamı kılığına girmiş sahtekârlar tarafından iliğine kadar sömürülmüş... Öyle sömürülmüş ki, bizim ‘Fener’ci zibidiler yanlarında hiç kalır. Bizzat kilise ve anlı şanlı din adamları yürütürmüş bu soygunu... Örneğin, ortaçağda piskopos ve rahipler halka para karşılığında cennetin anahtarını satarmış.
Protestanlığın kurucusu Martin Luther bir gün bu bezirgânlara başvurmuş:
- Ben de cehennemin anahtarını satın almak istiyorum...
Üçkâğıtçı ruhbanlar kendi aralarında talebi görüşmüş, bu adam galiba deli diye düşünmüş ve eline bir anahtar verip sepetlemişler.
Luther anahtarı kaptığı gibi soluğu şehirde almış.
Sokaklarda koşarken bağırıyormuş:
- Ey insanlar cehennemin anahtarı bende! Kapısını kilitledim. Artık kimse oraya gitmeyecek. Siz de gidip artık boşuna kiliseye cennet vaatleri uğruna para kaptırmayın...
Bizim saf müminleri, dindar görünümlü oy ve para hırsızlarının elinden kurtarmak için de böyle zeki adamlar gerekiyor. Bulamazsak bu hırsızlar yalnız saf müminleri değil, bütün memleketi soyacak ve satacaklar? Efendim? Yoksa zaten satıyorlar mı?!

Muğla’da Deniz Gezmiş’i anmak icin etkinlik düzenleyen 2 kişi hakkında 5’er yıl hapis istenmiş.
Umarız, Türk adaleti Deniz Feneri için de aynı titizliği gösterir...
Haldun Ertem

Şener Eruygur ve Hurşit Tolon paşalar cumhuriyet mitinglerinin düzenlenmesinde etkin rol oynamışlardı... Mitinglerin amacı laikliği savunmaktı...
Şimdi hapisteler... İktidarda ise laiklik karşıtı eylemlerin odağı olduğuna mahkemece karar verilmiş bir parti var.
Laikliği savunanlar hapiste, laikliği yıkmaktan hüküm giyenler iktidar koltuğunda...
Bu manzarada bir tuhaflık yok mu?

Profesör üslubu!
Gazete yazıları bir okuyuşta anlaşılır olmalıdır. Ne var ki özellikle akademisyen yazarları anlamak istiyorsanız yazılarını üst üste birkaç kez okumanız gerekiyor (tabii vaktiniz varsa)...
Ünlü filozof Bertrand Russel da çok sinir olurmuş bu tiplere...
Onların yazılarından bir örnek veriyor. Mesela bir sosyoloji kitabından pasaj:
“Çok az sayıda gerçekleşmesi söz konusu olan birtakım önkoşullar, doğuştan ya da çevreden kaynaklanan olumlu durumların rastlantısal olarak birbirini izlemesi sonucu şans eseri bir araya gelip ancak sosyal açıdan avantaj oluşturacak şekilde normlara ters düşen birçok özelliğe sahip bir birey oluşturduğunda insanlar istenmeyen davranış biçimlerinden tamamen uzak kalırlar...”
Ne anladınız bu cümleden?
Hiçbir şey değil mi?
Russel bu cümleyi anlaşılır şekilde şöyle tercüme ediyor:
“Bütün insanlar olmasa da en azından çoğu alçaktır. Alçak olmayanların da mutlak doğumlarında ve yetiştirilmelerinde şansları yaver gitmiştir...”
Bu cümle tabii çok daha anlaşılır.
Ancak Russel şunu da ekliyor:
“Korkarım, birincisi yerine ikinci cümleyi kullanan bir profesör rektörlükçe işinden sepetlenecektir...”

Talihsiz adam!

Üzgün ve pısırık görünüşlü bir adam barda tünemiş oturuyormuş. Önünde bir türlü içemediği bir içki bardağı, suratı asık..
O sırada barın kapısı açılmış. Külhanbeyi tavırlı Temel, sert adımlarla barın tezgâhına doğru yürümüş ve pısırık adamı iteleyerek tabureye oturmuş.
Hiç soru sormadan adamın önündeki içki kadehini alıp başına dikmiş. Elinin tersiyle ağzını kuruladıktan sonra, ‘Ne o, neden böyle surat asıyorsun, Karadeniz’de gemilerin mi battı?’
‘Sorma, ben çok talihsiz bir adamım’ demiş pısırık.
‘Neden?’ diye sormuş Temel tekrar.
Cevaplamış pısırık:
‘Bu sabah karımla kavga ettik, beni evden kovdu. O sinirle işe geç kaldım. Patronum zaten bahane arayıp duruyordu, beni işten attı. İşten çıktım, yolda yürürken araba çarptı. Eve gideyim, belki karımla barışırız dedim, eve gittim ve karımı başka bir erkekle yatakta yakaladım. Bu kadarı da fazla artık dedim, kendimi öldürmeye karar verdim. Tabancayla vuracaktım, silah tutukluk yaptı... Asmaya kalktım, ip koptu. Doğalgazla öleyim dedim, faturayı ödemediğim için gaz kesikti. Eczaneden fare zehri aldım, buraya geldim, içki bardağıma koydum. Onu da geldin sen içtin. Off... Offfff...’

Torpah da virek
Abdullah Gül’ün Erivan ziyaretinin o kadarla kalmayacağı belliydi. Ardından “Özür dileyelim” şarkıları başladı. Onu, biraz da tazminat verebiliriz önerisi izledi. Şimdilik “Toprak da verelim, Ağrı’yı jest olarak teslim edelim” cinsinden bir önerinin yeri ve zamanı değil ama... Onun sırası da gelecek inşallah...
Gürbüz Evren’in “Son Celse” adlı kitabından söz etmiştik... Orada Ermeni diyasporasının yeni stratejileri anlatılırken ilk iki madde şöyle sıralanıyordu:
1. Türkiye’de soykırım savunucuları yaratmak...
2. Soykırımı kabul etmesi için Türkiye’ye yardımcı olmak...
Plan iyi işliyor...


Salah Birsel’den bir şiir

Hacivat’ın karısı

HACİVAT’ın karısı
İncecikten yeldirmeli
Göz kaş oynatmalı
Gerdan kırmalı
Belden sarmalı

Gülmeli güldürmeli

Rakı süzmeli
Âşık üzmeli
Şiir düzmeli

HACİVAT’ın karısı
Beyoğlu’nda gezmeli


Nasreddin Hoca’ya sormuşlar: - Hoca, bilirsin sen; ciddiye alınmakla, alaya alınmak arasında ne fark vardır?
Nasreddin Hoca sakalını sıvazlayarak gülümsemiş:
- Frankfurt’taki bir yargıcın açıklamasıyla, Ankara’daki bir siyasetçinin açıklaması arasında ne fark varsa, demiş; o fark işte.
* * *
Bundan 2300 yıl önce Sinop’ta Diojen, gündüzleri elinde bir fenerle dolaşıyor ve:
- Bir adam arıyorum, diyordu.
* * *
Geçen zaman içinde Diojen’in feneri de çok değişti ve:
- Ben artık “deniz feneri” oldum, diye Almanya’da dolaşmaya ve kazıklayacak bir adam aramaya başladı.
* * *
Diojen’in gündüzleri elinde taşıdığı fener, “tek bir adam” bile bulamamıştı.
Almanya’da dolaşan fener ise, kazıklayacak yığınla adam buldu.
* * *
Bir misyoner grubu, Afrika’da hayvanlarıyla bir arada yaşayan çok ilkel bir kabilenin köyüne gelmişler.
Papazların en yaşlısı başlamış konuşmaya:
- Biz hepimiz kardeşiz, biz sizleri seviyoruz.
* * *
Kabile halkı hep bir ağızdan bağırıyormuş:
- Guikra, guikra!
* * *
Yaşlı papaz sürdürüyormuş konuşmasını:
- Hastalarınıza bakacak, onları iyileştireceğiz.
Yanıt:
- Guikra, guikra!
* * *
Papaz, biraz şaşkın:
- Size, diyormuş; gerçek tanrıyı tanıtacağız.
Bütün köy inliyormuş:
- Guikra, guikra!
* * *
Kabilenin başkanı, misyonerlere yaklaşmış:
- Gelin size, demiş; köyümüzü gezdireyim, yalnız dikkat edin “guikra”lara basmayın.
* * *
Keşke Ankara’daki bazı siyasetçiler de bilselerdi bu fıkrayı.
O zaman kimlerin ne diye bağırdığını anlar ve bu kadar boka basmaz, bok içinde kalmazlardı.
* * *
Bir golf oyuncusu, topa o kadar hızlı vurmuş ki, top bir daha bulunamamış.
Yarım saat sonra bir jandarma çavuşu gelmiş, oyuncuya:
- Siz mi, demiş; kaybettiniz golf topunuzu?
- Evet...
- Top, tren yolu üstündeki geçitten geçmekte olan bir TIR şoförünün gözüne geldi. Şoför direksiyon hâkimiyetini kaybetti ve o sırada yaklaşmakta olan bir yolcu treni TIR’a çarpınca, 5 vagon birden biraz ötedeki bir tatil kampının üstüne savruldu. Velhasıl sonuç, vurduğunuz top tam 97 kişinin ölümüne neden oldu. Şimdi bütün bu olanlara siz ne diyorsunuz?
* * *
Golf oyuncusu:
- Anlaşılan, demiş; golf sopasını tutarken, baş parmağımla işaret parmağımı daha sıkmam gerekecek.
* * *
Ankara’da golf oyunu, pek de yaygın değildir ama; onca hasara neden olan bazı siyasetçilerin de, sanırız dillerini biraz daha sıkı tutmaları gerekecek.
* * *
İzmir’in eski dava vekillerinden Cin Ali Bey’le, Ruhi Baba konuşuyorlardı.
Cin Ali Bey:
- Ankara’ya peynir ekmek götürmek gerekiyor, diyordu. Çünkü bazıları akıllarını peynir ekmekle yediğinden, yardım etmek gerekiyor zavallılara.
* * *
Ruhi Baba:
- Yok, dedi; o eskidendi. Şimdikilerden bazıları, sadece aklını yemiş, yavan olarak; o nedenle gözü de bir türlü doymadığı için, yiyecek çok daha başka şeyler arıyor.
* * *
Av. Taner Aktop’tan da bir Temel Reis fıkrası:
Temel Reis bir lokomotife makinist olmuş ve daha ilk görevinde treni devirmiş. 400 yolcu ölmüş.
Demiryolları müfettişi sorguya almış Temel’i:
- Anlat bakalım nasıl oldu bu kaza/
* * *
Temel Reis:
- Ha daa pi adam çiktu rayların ustüna daa, demiş; onin yuzünden oldi daa...
* * *
Müfettiş:
- Oğlum bari adamı ezseydin de, 400 yolcu ölmeseydi, demiş.
* * *
Temel Reis:
- Pen de öyle tüşundum daaa, demiş. Ama adam son anda raydan çikunca, oni ezmuya çaluşirken daa, tren tevrildu.
* * *
Dileriz Başbakan Tayyip Bey de, alınmaz bu fıkradan.


Dünden bugüne, isim isim siyasal İslam’ın gizli kasaları..Soner YALÇIN

Soner YALÇIN

Bugünlerde herkesin dilinde Deniz Feneri, Kanal 7 ya da Zekeriya Karaman, Zahid Akman isimleri var.

Biraz geçmişi bilenler; Erbakan’ın kayıp trilyonlarını, Süleyman Mercümek’i ya da Yimpaş, Kombassan, İhlas, Jet-Pa, Endüstri Holding’i hatırlar. Peki siz, Mehmet Satoğlu, Tahsin Armutçuoğlu, Gürgen Mazhar Bayatlı, Beşir Darçın isimlerini duydunuz mu? Bunlar kimdi? Kimlerin gizli kasasıydı? Neden yargılandılar? Sonra nasıl ortadan kayboldular? Gelin biraz gerilere gidelim.

"BİR lokma bir hırka"
ile yetinenler bugüne nasıl geldi?

Tarikat, siyaset, ticaret üçlemesiyle ilk kez Nakşibendi Gümüşhanevi Dergáhı karşılaştı. Şeyh Ahmed Ziyaüddin, 1838 Osmanlı-İngiliz Ticaret Anlaşması’yla Anadolu’ya gelen yabancı sermayeye karşı, ulusal pazarı korumak için "yardım sandıkları" kurdu. Toplanan zekátlar, yoksullaşan esnaflara aktarılarak milli sermaye korunacaktı.

Şeyh Ahmed Ziyaüddin tüccar bir ailenin çocuğuydu. Bu nedenle bu hareketi kişisel olabilir miydi? Hayır.

Çünkü: Yıllar sonra, 1954’te benzer uygulamayı yine aynı tarikat hayata geçirdi.

Demokrat Parti’nin ülkeyi ithal mallara boğması üzerine, Nakşibendi Gümüşhanevi Dergáhı’nın şeyhi Mehmed Zahid Kotku’nun girişimiyle "Gümüş Motor" kuruldu. Amaç "milli sanayi" yaratmaktı. Üzerinde cami resmi olan hisseler çıkarılıp satıldı. Ancak, bu milli atılım pek uzun ömürlü olamadı; Gümüş Motor battı. İş mahkemeye yansıdı. Genel Müdürü Necmettin Erbakan’ın, dönemin parasıyla 69 bin lirayı kardeşi Kemalettin Erbakan’a gönderdiği murakıp raporlarında ortaya çıktı. Yıllık imalatı, Devlet Planlama Teşkilatı’na 10 bin olarak bildirmişlerdi; gerçek rakam 70 idi! Vs. vs.

MNP’nin şirketleri

Nakşibendi Gümüşhanevi Dergáhı zamanla ticaretin yanına siyaseti de koydu. Yani artık bireysel girişimcilikle değil, iktidara gelerek milli sanayi hamlesi gerçekleştirilecekti.

26 Ocak 1970’te Milli Nizam Partisi’ni kurdular.

Yargıtay Başsavcılığı, partinin kapatılması için Anayasa Mahkemesi’ne dava açtı.

21 Mayıs 1971’de parti kapatıldı. Mal varlığına el koydu.

İşte bugün konuştuğumuz kritik mesele bu son cümlede saklıdır: Bu tarihten sonra milli görüş hareketinin kurduğu tüm şirketler, partiler-dernekler üzerine değil, kişiler üzerine kuruldu.

Örneğin, 18 Haziran 1971’de "İPA AŞ" kuruldu. Kurucularından Tahsin Armutçuoğlu ve Mehmet Satoğlu, Milli Nizam Partisi kurucusuydu.

T.Armutçuoğlu ve M.Satoğlu bir başka şirket daha kurdular: "Nidaş."

Bu şirketin ortakları arasında Hasan Aksay, Fehmi Cumalıoğlu gibi yine Milli Nizam Partisi kurucuları vardı.

Aksay ve Cumalıoğlu bu kez Oğuzhan Asiltürk, A. Tevfik Paksu ile "Yeni Neşriyat AŞ"yi kurdular. 17 Ağustos 1972’de faaliyete geçen bu şirket, Milli Gazete’yi çıkardı.

Milli Nizam Partisi "şirketlerine" baktığınızda hemen hepsinde iki isim öne çıkıyor:

Avukat Tahsin Armutçuoğlu ile Harita Mühendisi Mehmet Satoğlu.

Mehmet Satoğlu,
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün dayısıdır.

Uzatmayayım, kişiler üzerinde gözüken şirketler aslında partinindi.

MSP’nin şirketleri

MNP kapatılınca Milli Görüş, 11 Ekim 1972’de Milli Selamet Partisi’ni kurdu.

Bu partinin "şirketlerine" baktığınızda bir isim ön plana çıkıyor:

Gürgen Mazhar Bayatlı.

8 Şubat 1977’de kurulan "Milsan"; 3 Mart 1978’de kurulan "Mila AŞ"; 27 Ağustos 1980’de kurulan "Mades Holding" ve yine aynı gün kurulan "Heka Dış Ticaret AŞ"nin kurucuları arasında hep Gürgen Mazhar Bayatlı vardı.

Peki, bu şirketler ne yapıyordu?

Mila AŞ’nin yeri, MSP genel merkezinin bulunduğu Hoşdere Caddesi’ndeki Alican Apartmanı’ydı. 5 milyon sermayeyle kurulan bu şirket, kuruluşundan dört ay sonra Demetevler’de 10 milyon liraya apartman aldı ve adını "Milli Görüş Sarayı" koydu. Burada parti toplantıları yapılıyordu zaten.

Şirketlerin sermayeleri hızla arttı: Örneğin, Milsan 2 milyon lira sermaye ile kuruldu. Beş buçuk ay sonra 15 Temmuz’da sermayesini 13 milyona çıkardı. 30 Nisan 1979’da ise rakam 22 milyona çıktı. 22 Nisan 1981’de ise 50 milyona yükseldi.

Milsan’a bu paralar nereden geliyordu?

Milsan’ın, Vakıflar Bankası Fatih Şubesi’ndeki 1016 No’lu hesabına, 18 Şubat 1977 tarihinde Yapı Kredi Bankası Ankara Aşağı Ayrancı Şubesi’nden 630802 No’lu çekle 1 milyon 900 bin lira yatırıldı. Aşağı Ayrancı’daki bu hesap kime aitti; Necmettin Erbakan’a!

Káğıt üzerinde MSP’nin mali işlerinden sorumlu kişi; Genel Başkan Yardımcısı Abdurrahim Bezci gözüküyordu. "Gözüküyordu" diyorum, çünkü Bezci İzmit’te yaşıyordu ve Ankara’ya pek gelmiyordu.

İşin özünde partinin parasal işlerini yürüten kişi Gürgen Mazhar Bayatlı idi. Ziraat Bankası Çankaya, Vakıflar Bankası Kızılay, Yapı Kredi Bankası Çankaya şubelerinde hesapları vardı.

12 Eylül 1980 askeri darbesinden sonra Mazhar Gürgen Bayatlı tutuklandı, hapis yattı ve "Şirketleri aldığım borçlarla kurdum" deyince, salıverildi.

Sonraki yıllarda ismi Erbakan hareketi içinde bir daha hiç ön plana çıkmadı.

Bugün Niğde’de yaşıyor.

6 Nisan 2007’de TBMM Üstün Hizmet Ödülü’nü dönemin TBMM Başkanı Bülent Arınç’ın elinden aldı! O törende Deniz Feneri de ödül aldı!

RP’nin şirketleri

1980’lerde yeni parti kuruldu: Refah Partisi.

Ve bu partiyle birlikte yeni bir isim ortaya çıktı:

Beşir Darçın.

Beşir Darçın
aslında Ankara Ulus’ta terziydi. Bakın sonra nasıl trilyoner oldu?

En büyük parayı hac organizasyonundan kazandı.

Bilirsiniz, 1988’de Suudi Arabistan, Mekke’ye kontenjan koydu; Türkiye’nin nüfusu 72 milyon ise o yıl sadece 72 bin kişi gidebilecekti.

Hacı adayları kendi kafalarına göre gitmeyecekti; bir organizasyona dahil olacaklardı.

En büyük organizasyonu, Türkiye Diyanet İşleri Başkanlığı yapıyordu. Ancak hepsinin altından kalkması zordu, yarısını özel şirketlere verdi.

Bu özel şirketlerden biri de RP genel merkezinin bulunduğu binada faaliyet yürüten "ETAŞ AŞ" idi. Sahibi Beşir Darçın idi.

Beşir Darçın 1990 yılında da, "Van Der Zee" adlı şirketi satın aldı. Alır almaz da Suudi Arabistan, Beşir Darçın’a beş bin kişilik ek/özel kontenjan verdi! Kontenjan tabii Refah Partisi’ne verilmişti. Düşünebiliyor musunuz, Suudi Arabistan, Türkiye Cumhuriyeti’ne değil RP’ye kontenjan veriyordu. Niye sizce?

Evet, Beşir Darçın hac organizasyonundan çok para kazandı.

Diyanet’ten sonra en büyük hac organizasyonunu "Van Der Zee" yapıyordu. Bürosu nerede miydi? Tabii RP genel merkez binasında. Zaten binanın sahibi de Beşir Darçın’dı!

"Gizli Kasa" Beşir Darçın’ın, "ETAŞ" gibi, "Sürtaş" adlı şirketi de aynı binadaydı.

Hatırlatayım; RP’nin genel muhasibi yine MSP’de olduğu gibi Abdurrahim Bezci’ydi. Ve Bezci hálá İzmit’te yaşıyordu. Zaten kulakları artık pek duymuyor, gözleri de iyi görmüyordu. Yani göstermelikti!

Beşir Darçın sadece hacılardan para kazanmadı. Tefecilik yaptı: Nakit paraya sıkışan Konyalı işadamı Süleyman Çınar, Beşir Darçın’dan 1 milyar borç aldı, 30 gün sonra bunu 1 milyar 104 milyon olarak ödeyecekti. Süleyman Çınar borçlarını ödeyemedi ve Beşir Darçın ailenin gayrimenkullerine ve Toroslar Un Fabrikası’na el koydu.

Bitmedi:

Beşir Darçın, Kurban Bayramı öncesi Milli Gazete’ye ilan verdi: "Bankada açtığımız hesaba 1 milyon lira yatırın; bizler sizin adınıza kurbanı kesip Bosna-Hersek’e, Azerbaycan’a, Abhazya’ya gönderelim!"

Araştırıldı; ortada para çok ama kesilen kurban yoktu!

Beşir Darçın gözaltına alındı. Ancak birkaç gün sonra suçsuz olduğu anlaşılıverdi!

Beşir Darçın son olarak Milli Gazete’nin yan kuruluşu MİLDA’nın ortağı olarak özelleştirmeden SEKA Giresun káğıt fabrikasını satın aldı.

2000’li yıllarda Beşir Darçın adı pek duyulmadı.

Bugünün gizli kasaları "sakallı"lar; "aslan" gibi delikanlılar...

Sonuçta:

"Ne zaman ticaret, siyaset, dergáhların kapısından içeri girdi; ’bir lokma bir hırka’ tarihe karıştı" diyebilir miyiz? Bilemiyorum. Bildiğim, paranın dini, imanı yoktur.

RP’nin kapatılma davası delili:

TARİH: 21 Mayıs 1997

Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Vural Savaş, Refah Partisi’nin "laiklik karşıtı eylemlerin odağı haline geldiği" gerekçesiyle kapatılması için Anayasa Mahkemesi’ne dava açtı.

İddianameden ilgili bölümü aktarayım:

"Refah Partisi Genel Başkanı Necmettin Erbakan, Kanal 7’ye para toplamak için yaptığı konuşmada, ’Televizyonu olmayan bir davanın yürümesi mümkün değildir. Bir topluluğun toplum olması mümkün değildir. Kaldı ki bugün yapılmış olan cihada, yani Hakk’ın hákim olması için yapılan mücadelede, televizyonu isterseniz topçu kuvvetli olarak tarif edin, isterseniz hava kuvveti olarak tarif edin, onun gidip bir tepeyi bombalamasından önce, piyadenin o tepeyi işgal etmesi, zaptetmesi mümkün değildir.

Onun için bugün yapılmış olan cihadı televizyonsuz yapmanın imkánı yoktur. İşte bu kadar hayati bir konu için acıyıncaya kadar vereceğiz. Bugün bu inançla Kanal 7 için para vereceğiz’ demiştir."

Necmettin Erbakan,
Anayasa Mahkemesi’ndeki savunmasında bu konuşmasının "montaj" olduğunu iddia etti.

"Şimdi, ne yapılmış; Kanal 7 reklam almak için işadamlarını toplamış. Bizden de rica etmiş ki, ’Bakın biz sizin haberlerinize yer veriyoruz, bize yardımcı olun. Bizim reklamdan başka hiçbir gelirimiz yok’ demiş. 300500 işadamı toplanmış, Onlara tavsiye götürmüş, hepsi tamamen bir sohbet havası içinde..."

Erbakan,
iddianamede yer alan, "Bugün cihadı televizyonsuz yapmanın imkánı yoktur" sözünü Afgan mücahitleri için söylediğini belirtti.

"Bakın, Afgan mücahitleri bu kadar yıl uğraştılar bir devlet kurmak için, kendileri o sırada gelip gittikçe her yerde temaslar ederken, devlet kurmayı çok kolay zannediyorlardı. Onları ikaz için demiştim ki, bir devlet her şeyi ile kurulur; siz harpten çıkıyorsunuz, önce kendinizi tanıtmak için bir televizyona önem vermeniz lazım. Televizyonsuz hareket edemezsiniz. Onun için devlet kurmak kolay iş değildir."

Anayasa Mahkemesi Başkanı Yekta Güngör Özden, "Kanal 7 yöneticileri ve sahipleri arasında partinizde milletvekili, yönetici hiç kimse var mı" diye sordu.

Erbakan, "Eskiden vardı. Kanal birçok insanın iştirakiyle kurulmuştur, ama onlar milletvekili, yönetici olduktan sonra o görevlerinden ayrıldılar" dedi.

Refah Partisi, 16 Ocak 1998 tarihinde kapatıldı.

Erbakan’ın girişimiyle 1993’te kurulan Kanal 7 daha sonra siyasal tercihini Başbakan Erdoğan’dan yana yaptı. Ve "cihat için" televizyonun önemini bilenler, televizyon kanalı-gazete sayısını her geçen gün artırdı.

Bunun için artık sadece zekátla yetinmiyorlar, kamu bankalarını bile kullanıyorlar.

Horbo’nun babası Çolak Memo!

BİRİNCİ Dünya Savaşı’nda Suriye cephesinde kolundan vuruldu; namı oradan geliyordu.

Savaştan sonra dağa çıktı; eşkıya oldu. Zaman zaman Malatya’ya iniyordu erzak almak için.

Dört tığ gibi adamıyla gittiği şehir yolunda, hilal kaşlı, kara gözlü, buğday tenli bir kıza vuruldu: Emine.

Soruşturdu; kız mıydı gelin mi? Emirler Köyü’nün ağası Vahap Ağa’nın küçük kızıydı; daha henüz 15 yaşındaydı.

Köye heyet gönderdi; "Allah’ın emri..."

Vahap Ağa sözlerini kesti: "Benim eşkıyaya verecek kızım yok."

Haberi alan Çolak Memo, 30 atlıyla Emirler Köyü’nü basıp Emine’yi kaçırdı.

Küçük Emine, Çolak Memo’nun ilk karısı değildi.

Çolak Memo, 13 kadınla evlendi. Dördüncüsünü boşar, bir daha alırdı.

Cumhuriyet’ten sonra eşkıyalığa ve mecburiyetten çokeşliliğe son verdi Çolak Memo.

Emine, kocası Çolak Memo’dan hep korktu.

Bir gün evde kumalar Meryem, Bedriye ve Emine otururken, polisler bir hırsızlık soruşturması için eve geldi. Çolak Memo sorulara cevap verirken, diğer odada üç karısının konuşup gülmelerine sinirlendi. Gidip, Emine’yi balkondan attı.

Çolak Memo bu olay nedeniyle üç yıl hapis yattı.

1933’te cezaevinden çıkınca Emine’nin gönlünü aldı ve onu hamile bıraktı.

Emine, Çolak Memo’dan dört çocuk sahibi oldu.

Kocası ölünce Malatya mensucat fabrikasında çalışmaya başladı.

Büyük oğluna çok güveniyordu; çok çalışkandı, sınıfları hep dereceyle bitiriyordu.

Onu küçüklüğünden beri "Horbo... Horbo" diye seviyordu.

"Horbo" dayısının kızıyla nişanlıydı.

Bir gün fabrikaya polisler geldi; Emine’yi alıp karakola götürdüler.

Oğlunun ünlü gazeteci Ahmet Emin Yalman’a suikast yaptığını öğrendi.

"Horbo" cezaevine giderken o da ameliyat masasına yattı; beyninde ur vardı.

Yıllarca oğlunun cezaevinden çıkmasını bekledi. Her gece ağladı.

Oğlu cezaevinden çıktıktan bir süre sonra hayata gözlerini yumdu.

Çolak Memo ile Emine’nin oğlu "Horbo" kimdir bilir misiniz:

Hüseyin Üzmez!

Bursa’da 14 yaşındaki B.Ç.’ye cinsel istismarda bulunduğu iddiasıyla tutuklu bulunan Vakit Gazetesi yazarı Hüseyin Üzmez.

Nev-i şahsına münhasır biriydi; hayatında iki sorudan nefret etti; ne zaman doğdun, Ahmet Emin Yalman’ı niye vurdun?

Önceki gün Bursa 4’üncü Ağır Ceza Mahkemesi’ne giderken, kameramanlara el salladığı görüntüsünü izledim TV’lerde. İçim burkuldu.

Aklıma babası Çolak Memo geldi.

Bir de, "Malatya Suikastı"nı anlattığı kitabında yazdıkları: "İtalyan Lombrozo, ’Bazı insanlar doğuştan suçludur’ diyor. Ben buna inanmıyorum. Allah kulunun hasmı değildir. Doğuştan suçlu yoktur." (S. 67)

TV’de Hüseyin Üzmez’i elleri kelepçeli el sallarken izlediğimde düşündüm; Çolak Memo’nun hiç mi suçu yok?

marx bize gülümsüyor

Leman 883

KARACA EMLAK GAYRİMENKUL HİZMETLERİ

kelepirx emlak acil satılık emlak ilanları,konut,işyeri,ücretsiz danışmanlık !!!emlax

TEKNİKANALİZ HALİL RENCBER

 
META Tag Generator